İnsan sevincini de üzüntüsünü yaşarken çoğunlukla bencildir. Kederinden öleceğini zannederken başka kimsede dert yokmuşçasına dünyaya kahreder. Oysa her zamanki gibi fazlaca abarttığını bilmez bu hayatı.
Hastanenin müşahade bölümlerinde hastamızın başında beklerken, zaman zaman yanlışlıkla bizim bölüme gelen acılı insanlar gördüm. Apar topar acı haberi alıp hastaneye koşturmuş, gözlerinde kıyametin dehşetini taşıyan insanlar “Aaa bu bizim hastamız değilmiş.” yüz ifadesiyle diğer tarafa geçiyordu.
Herkes kendi acısının, kederinin takibinde.
Takla atıp içindeki boya işçileriyle can pazarına dönen bir minibüsün kaza yerinde görüntü çekerken yüzlerce kilo ağırlığın altında, beyaz boyayla yüzü boyanmış, iniltilerle yardım isteyen bir adamla gözgöze gelmiştim yıllar önce.
İşim diyerek öncelediğim ve ben görüntü alırken karşımda can çekişen bir insanla da yüzyüzeydim oysa. O an ya işime devam edip yoksayacak ya da insan olduğumu hatırlayıp o adama son anlarında tesellide bulunacaktım.
Öyle ya o an yüzlerce ağırlığın altındaki adam benim babam, amcam ya da bir ahbabım olabilirdi. Eğer öyle olsaydı nasıl davranırdım?
Doğrusu; insan kalabilmektir.
Hangi iş, hangi görev olursa olsun.
Doğru davranış; daima insan kalabilmektir.
Fotoğrafın canı cehenneme deyip o adamın ellerini tutmak, elden hiçbir şey gelmeyeceğini bildiğin halde acısını hafifletmek, son demlerinde bile olsa ona umut olabilmektir.
Derede çocuğu boğulmuş bir kadınla gözgöze geldiğinizde, onun evlat acısını duyabilmektir insan olmak.
Sıcağı sıcağına olay yerine ulaşmışsınız, oradaki atmosferi en iyi karelerle kayıt altına almanın derdindesiniz.
O sırada elinize yapışan kadın “Ne olur Hasanımı kurtar” diye yalvarıyor.
Hemen yanıbaşında, derin sulara gömülmüş bir yavruyu çekebilecek kudrette olduğunu düşünen bir anne senden yardım istiyor.
En iyi fotoğrafın canı cehenneme deyip derin sulara atlayabilmektir insan olmak.
Hani meşhur bir fotoğraf vardır; Fotoğrafta, yaklaşık 800 metre ilerideki Birleşmiş Milletler kampına ulaşmaya çalışırken bitkin düşmüş bir çocuk ve onun başında, onun ölmesini bekleyen bir akbaba vardı. Fotoğraf kısa bir süre içinde Newyork Times'ta yayınlandı ve tüm dünyada büyük yankı uyandırdı. Afrika'daki açlık ve kıtlık sorununa daha önce hiç kimse bu kadar dikkat kesilmemişti.
Fotoğrafın ardından çocuğun akıbeti çok merak edildi. Sanatçı, fotoğrafı çektikten sonra akbabanın kaçtığını ve kendisinin de oradan uzaklaştığını açıkladı. Çocuğa yardım etmemesi tepkilere neden olan sanatçı; kendisini, yardım görevlisi olmadığını söyleyerek savundu. O dönem gazeteci ve fotoğrafçılar, herhangi bir hastalık riskini azaltmak açısından insanlara dokunulmaması yönünde uyarılıyordu.
Yardım örgütlerine büyük maddi kaynak sağlayan bu fotoğraf, Kevin Carter'a 1994 yılında Pulitzer ödülü kazandırdı. Bu olayın ardından aldığı tepkiler nedeniyle ağır depresyona giren Carter, kısa süre sonra egzoz gazı verdiği kamyonetinin içinde müzik dinleyerek intihar etti.
Neticede bizden bazı beklentiler var bu hayatta. Annemizin, babamızın, eşimizin, çocuklarımızın, amirimizin, patronumuzun...
Fakat bunların ötesinde insan olmamızın bize yüklediği ve asla ikinci konuma düşürülmemesi gereken bir beklenti; insan kalabilmek.
Hangi şart ve durumda olursak olalım insan olmanın gereğince davranmak olmazsa olmaz kırmızı çizgimiz olmalıdır.
Karşımızdaki kanlı canlı insanın da bir nefis taşıdığını, onun da duyguları olduğunun farkındalığıyla yaşasak bu hayatı, inanın bu kadar çekilmez hale gelmeyecek bu dünya.
Vesselam.