Şurada salak salak yazıp, sonra niye yazdım diye pişman olmaya da bayılmıyorum ama...
Burası var ya, gerçekten bir kaç güzellik dışında iğrenç bir dünya. Hani bir türlü alışamadığım, sanki buraya ait değilmişim hissi, istediğim, aradığım her neyse yakın uzak bir yerlerde de daha henüz kavuşamadım...
Yüzyıllar evvel, kalkmış biri, hadi yerleşik hayata geçelim demiş. Ne olduysa ondan sonra oldu.. Yahu sana ne! Sen nasıl yaşıyorsan yaşa. Bak şimdi sapığı, iti kopuğu, şizofreni, ruh hastası... Hepsinden envai çeşit bolca var...
Geldiğimiz hayata bak ne kadar ekmek, o kadar köfte. Ha birde beyinlerinin empati bölümü çalışmayan bir seri fabrikasyon insanlarla yaşamak benim için hakikatten çok zor...
Yahu Hitler bile duygusal resimler çizmiş. Sizin derdiniz ne?
Yok egzoz bağırtmalar, kornalar, son ses müzikler, havalı havalı göz yakan yasak farlar, yol kapatıp davullar zurnalar eşiğinde kız almalar, adet diye bina camı kırmalar inşaat sesleri bozuk ve tozlu yollar falan..
Baktım dayanılacak gibi değil, deliriyorum. Zaten haftada bir gün evde kalıyorum. Bari denize kıyısına gidelim de alalım Karacabey’i arkamıza. Açarız aracımızda hafiften bir slow müzik. Hem doğa, az insan, deniz kokusu, ‘yok oturduğumuz kayanın altından bir yengeç gelir popomuzu ısırır mı’ diye hiç düşünmüyorum bile. Bir miktar ferahlamanın peşine düştük anlayacağınız ailecek...
Şuan iyiyim, sakinim. Geçti gibi iyiyim ben iyi...