“Gidiyorum ellerinizden, Kurtulayım dillerinizden,
Yeşil başlı ördek olsam,
Su içmem göllerinizden...”
Böyle derdi rahmetli babam, bir yere gideceği zaman. Şimdi ben de geride bırakıp var mı yoğumu, gidiyorum sevgilinin diyarına...
Sıcak, yakıcı, bereketli diyarların kutsalına. Seçilmiş övülmüş beldelere. Kutlu Nebi’nin ayak izlerine ev sahipliği yapan o mekana...
Ancak çağrılınca gidebilen insanlara nasip olduğuna inanılan güzeller güzeline.
2007'den bu yana geçen zaman içinde yine birikti karanlıklar, kötülükler, günahlar... Şimdi onları da sırtıma vurarak gönlümü arındırmaya sevgilinin yanında bulunmaya gidiyorum.
Hz. Hanzala (Ra) gibi bir "münafıkça tavır hissi" ile onun yanında arınmaya gidiyorum. Bağlılığın, sadakatin, sıdkın ete kemiğe bürünmüş hali o muazzam insan Hz. Ebubekir (Ra)’in ayak ucuna gidiyorum.
O’nun (sav) vefatıyla aklı başından giden, onca heybetine rağmen bir çocuk gibi inleyen, vaveyla koparan İslam'ın kapısı Hz. Ömer'in yanına gidiyorum.
Şehirlerde onun bastığı toprak ile ayağımın tabanı arasına mermer serilmiş olsa da Arafat’ta, Hira ve Sevr mağarasında onun ayak izlerini hissetmeye gidiyorum.
Ey gönül, aç gözlerini...
Ey kulaklar, duy o sesi, burası onun beldesi.
Hani suların, ırmakların, derelerin başını taştan taşa vurarak akıp geldiği, sevgilinin köyü Medine, işte burası. Ben de yüreğimin başını, taşlaşmış kabuklarını kıra kıra, çatlata çatlata gidiyorum sevgilinin ayağına...
“Gelene git, denmez gidene, kal denmez!” Gönlün sultan olduğu o mekana, gönlüm ile geride kalanı düşünmeden gidiyorum.
Gidilesi yollardır, aşılası dağlardır önümdeki.
Geleceğe gitmek, gelecekte yaşamak, merhamet diyarından nefesler taşımak için gidiyorum... Bütün gizli kibrimle (varsa), örtülü gösterişimle, eksik, kırık her türlü hayrımla sevgilimin diyarına uçuyorum.
Gidenlere selam olsun. Kalanlara da selam olsun...
İki damla bu yolda sebil olsun.(İnşallah)