Merve Tepesi’ne yakın bir yerde oturuyorum sabahın seher vaktinde. Önümden coşkun ırmaklar gibi dalga dalga insanlar akıyor. Başınızı kaldırmadan mermer zeminle birleşen yüzlerce ayak, serin bir dokunuş yapıyor ve hissedip geçiyor. Ayaklar siyah, ayaklar beyaz, ayaklar çoraplı/çorapsız/ patikli, ayaklar nasırlı/nasırsız... Ne mutlu bu ayakların sahiplerine... Her birinden istemediğiniz kadar çokça görebiliyorsunuz.
Nehir gibi durmadan akıyor insanlar... Şurada tek başına yürüyen mi ararsın yoksa az ötede grup grup yürüyenleri mi? Safa ile Merve arasında hervele yaparak devam eden yürüyüş insanın heybetini ve hayretini artırıyor. Hem de tarihin derinliklerinden izler taşıyor. Kesin olarak bilemediğimiz bir tarihte... Lakin ne olduğunu çok net bildiğimiz bir olaya, bir kişiye bizi bağlıyor.
Hz. İsmail'i dünyaya getiren Hacer validemizin “samimi teslimiyeti” çerçevesinde yapmış olduğu bir arayış. İnsan, bu iman şehri Mekke'de tevhidin sembolü nice işaretlere/sembollere muhatap oluyor. Belki her vakit bunları düşünmek ya da herkesin bunları düşünmesi mümkün değil ama işin hakikatinde bu var.
O zamanlar kimsenin yaşamadığı bu Mekke vadisinde “Bizi buraya bırakmanı Allah mı istedi ya İbrahim?” diye soran Hacer validemize peygamberlerin atası Hz. İbrahim (as) olumlu cevap veriyordu. O da “Allah kulunu zayi edecek değildir.” diyor. Çölde dağların arasında bir vadide, bir anne, bir çocuk ve bir kap hurma. Allah'tan başka hiçbir şeyi olmayan, bir de ona teslim olmuş bir gönül sahibi bir insan Hacer annemiz.
Gözlerimin önünden akıp giden insan seli, dört defa Safa'ya gidiyor üç defa Merve tepesine geliyorlar. Acaba Hacer validemizde böyle mi yapmıştı? Bu koşuşturmanın sonunda bebek İsmail, ayaklarını sallarken toprağa sürtünüyor ve oradan zemzem suyu çıkıyor.
O zemzem suyu ki kana kana içtiğimiz şifalı depo/sudur. Çeşmelerden, dabacanalardan kesintisiz sular akıyor.
Safa ile Merve arasında akıp giden bu insan seli, için kaç kelime arka arkaya gelse, kaç cümle kurulsa farklılıkları anlatabileceğini sanmıyorum. Kurulsa da her çağda bitecek gibi değil.
Cenab-ı Allah, mümin kullarına böyle bir ibadeti yazarak/emrederek belki de dünya meşgalesinden katılaşan gönüllerdeki samimiyeti ortaya çıkarmayı murad ediyor bence. Bir deniz kıyısı sahilinde ya da kumsalda bir yürüyüşe benzemiyor...
Dudaklardan dökülen dualar, Allah'ı tekbir eden dua kelimeleri, ilginç ve güzel desenli tavanlara çarpıyor ve gönüllere yansıyor. Yürüyüş boyunca susyanlar için zemzem çeşmeleri ikramda kusur etmiyor.
Yaşlıları, çocukları, hastaları belki daha bilmediğimiz nice özelliklerinden dolayı üzerine oturulan tekerlekli sandalyeleri görmezden gelemeyiz. Dilim söylemeye varmıyor ama taksi misali ücretle çalışan insanlar da mevcut. Yardımcı da oluyorlar 50'den 100 riyale kadar bir ücretle gezdiriyorlar.. "Ne için herkes araba kullanmıyor?" diye sorarsanız; dinimize göre buraya yürümek daha efdaldir/gereklidir de onun için.
“Tarik hacı, tarik hacı” diye seslenen arabacılar da kendilerine ayrılmış yolda hızlıca say’i bir an önce yaptırıp paranın sıcak yüzünü avuçlarında hissetmek istiyor.
Yorulup bir kıyıya oturduğunuzda dilini anlamadığın biri (Urduca), senin için dua eder. Arapça anlaşamadığın için cat pat İngilizce konuştuğun evladı, ikramda bulunur sana. Sen de onlarla anlaşmaya çalışırsın.Yaşanmış bir tecrübe olur bunlar.
Burada gürültü yok, kavga yok, kargaşa yok... Nasıl ki nehirler dağların arasından yol bulur da denizlere vasıl olur, insanlar da yol bulur Hakkın rızasına adım adım yürürken. Hacer validemizin niyetini elde etmek gayretiyle devam edip duruyor bu döngüsel yürüyüş. Şekil ve içerik devamlı beden ve ruh gibi.