“Kadın fıtratı” ve “erkek doğası” gibi ifadeler, sosyla medyada söylemin her yerine sirayet etmiş durumda. Bu kelimeler, ilk bakışta masum ve kadim geleneklere dayalı gibi görünse de, aslında toplumsal olarak üretilmiş ve cinsiyetler üzerine yapıştırılmış etiketlerdir. Bu etiketler "fıtrat", çoğu zaman sorgulanması istenmeyen bir zırh görevi görüyor. Kimin özgürlüğüne ne şekilde müdahale ettiğinin önemi yok özellikle dini ve toplumsal kurallar yozdaştırılarak oluşturulmuş bu kavram -fıtrat- problemli davranış ve görüşlerin taşıyıcısı olmuş. Bu zırhın altında ise eşitsizlik, tahakküm ve bastırılmış yaşamlar yatıyor.
Kadının şefkatli, merhametli, fedakâr; erkeğin güçlü, akılcı ve koruyucu, şiddete meyilli olduğu iddiaları neye dayanıyor? Gerçekten biyolojik farklarımız mı bizi bu rollerin içine hapsediyor, yoksa bu farklar abartılarak sosyal bir mühendislik mi yapılıyor? “Kadın annedir, kadın yuvadır” söylemi, kadını yalnızca bir işlevle tanımlarken, ona birey olma hakkını çoktan elinden alıyor. Erkekse bu kurguda duygularını bastıran, şiddete yakın ve güçlü olmak zorunda bırakılan bir role sıkıştırılıyor. İki taraf da kaybediyor. Nerde bir sorun görsek ve bir mağdur belirse ona hemen karşıdaki suçlunun fıtratı gereği buna mecbur olduğu yönünde savunma yapar hale geldik.
Fıtrat gerekçesiyle kadınlara biçilen roller, çoğunlukla itaatle, mahremiyetle ve sessizlikle örülmüş. Kadının evi terk etmemesi, çalışma hayatına mesafeli durması ya da çocuk bakımını esas sorumluluğu olarak görmesi gerektiği fikri, bu “fıtri” rollerin tamamlayıcı olarak önümüza geliyor. Böylece kadınların kamusal alandaki görünürlüğü ve söz hakkı sistematik biçimde sınırlandırılıyor. İtiraz edenler ise hemen “doğasına aykırı davranmakla” suçlanıyor. Peki ya kadınlar kendi doğalarını anlatma hakkına sahip değil mi?
Kadınlara ve erkeklere atfedilen toplumsal rollerin neredeyse evrensel bir “doğallık” içinde sunulması, bu rollerin sorgulanmasını güçleştiren temel stratejilerden biri. Ancak bu rollerin coğrafyadan coğrafyaya, hatta aynı ülke sınırları içinde bile şehirden şehre değişiklik göstermesi, onların biyolojik ya da dini bir zorunluluk değil; toplumsal inşa ürünü olduğunu açıkça gözler önüne seriyor.
Örneğin Türkiye’nin batısında, özellikle büyükşehirlerde kadınların çalışma yaşamına katılımı ve eğitim seviyeleri daha yüksekken; doğu ve güneydoğu illerinde kadının ev içi rollere sıkıştırılması çok daha yaygın. Aynı şekilde bazı köylerde kadının tarlada çalışması “normal” kabul edilirken, başka bir bölgede sokağa tek başına çıkması dahi yadırganabiliyor. Bu da gösteriyor ki “kadın fıtratı” denilen şey, aslında bulunduğun coğrafyanın kültürel kodlarına göre yeniden yazılıyor.
Erkeklik için de durum farklı değil. Karadeniz bölgesinde erkeğin dışa dönük, çalışkan, evine ekmek getiren figürü öne çıkarılırken, İç Anadolu’da otoriter ve mesafeli bir baba rolü idealize edilebiliyor. Aynı şekilde bazı bölgelerde erkekten duygularını bastırması beklenirken, başka bir bölgede bu tür bastırma davranışları “soğukluk” ya da “eksiklik” olarak bile nitelenebiliyor.
Hatta şehirle kır arasında bile ciddi farklılıklar var: İstanbul’da ya da İzmir’de bir kadının tek başına kahveye gitmesi sıradan bir etkinlikken, daha küçük ve muhafazakâr yerleşimlerde aynı davranış, “ahlaki” bir problem gibi algılanabiliyor. Bu da bize bir gerçeği gösteriyor: Fıtrat denilen şey aslında toplumun kadına ve erkeğe nasıl bakmak istediğiyle ilgili bir hayal ürünüdür. Zamanla değişir, mekâna göre farklılaşır, hatta sınıfsal konuma göre dönüşür.
“Fıtrat” kavramı, dinî ve kültürel söylemlerle desteklendiğinde daha da tehlikeli bir hal alıyor. Çünkü bu durumda artık tartışma alanı da kapanıyor. Eleştirmek, sorgulamak, değiştirmek neredeyse imkânsız hale geliyor. Bu söylem, sadece kadınları değil; tüm bireyleri belirli kalıplara sokarak, toplumsal çeşitliliği ve özgürlük alanlarını da tehdit ediyor.
Fıtratı kutsallaştırmak, mevcut durumu kutsallaştırmaktır. Ve o düzen ne yazık ki adil değildir. Bugün hâlâ kadınların birey olarak kabul edilmesinin zor olduğu, erkeklerin ise ekonomik tanımlamaların içinde araçsallaştığı bir dünyada yaşıyoruz. O yüzden soralım: Gerçekten doğamız mı böyle, yoksa doğamızın üzerine örtülen bu yalanı kabullenmek kolay mı geliyor?
Fıtrat söylemiyle üzerimize giydirilmeye çalışılan bu rollerin ağırlığını taşımamalı bunun toplumsal olarak değişebilecek ve gelişebilecek durumlar olarak görmeye başlamalıyız. Eleştirmeli ve zarar veren yönlerini üzerimizden atmalıyız.
Çünkü fıtrat kavramının içinin boşaltılıp bir takım dayatmalarla doldurulduğunu gerektiği zamanlarda görebilmemiz gerekir. Eleştirilmez değiliz, cinsiyetlerimizin özellikleri de.
Fıtrat: Toplumun Ataerkil Kodu
Fıtrat: Toplumun Ataerkil Kodu
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.